25 Mayıs 2010 Salı

Karizmatik İnsanlar


Hayatta en sinir olduğum insan tipi her şeyi eleştiren, hiçbir şeyden memnun olmayan ve hiçbir şekilde mutlu edemeyeceğiniz
insan tipidir. 'Bunlardan' dünyanın neresinde olursam olayım hep uzak durmaya çalışırım. Şimdi neden böyle birden sinirlendim,
birden celallendim, hatta neredeyse aylardır yazmayı bıraktığım bloguma dönüp nefretimi kusmaya başladım diye düşündüm de...
Facebook'ta bi arkadaşımın, bir başkasının paylaştığı videonun altına yaptığı yorumlardan dolayı sanırım.
Çocukçağız, güzel güzel Facebook'ta vakit geçirmiş, belli ki video izlemeyi, paylaşmayı seviyor. 3-4 tane video paylaşmış. Bunlardan
biri de bir rock grubunun popüler bir şarkısının klibi.
Şimdi bunun altına bu gıcık, kendini beğenmiş, kendince 'cool' insan gelmiş, yine kendince takındığı karizmatik tavırla başlamış eleştirmeye,
çocuğu ve paylaşımlarını ezmeye. Ama bunu öyle sinirli veya kavgacı bir modda değil, best model of the world seçilmiş playboy
edasıyla yapma çabalarında.

'Yaa abi, bıkmadın mı bu videoları paylaşmaktan yeeaa, bu ne abiiee? Ezik misin, mal mısın oluum?'
'Öff bunların modası geçeli yıl oldu yeaa, nerde yaşıyosunuz siz?'
'Ya var ya bu Türk insanı tam odun ya, moron moron abi bunlardan bi ... olmaz.'
'Ya o okunur mu off..., bu izlenir mi ıyy..., oraya gidilir mi üff..., bu yapılır mı aaa...'

Bunlar işte bu negatiflikleri ve sürekli etraftaki her şeyin kötü yanlarını görebilme yetenekleriyle (ya da kötü bir şey görmeseler de, eleştireyim
de karizma yapayım düşünceleriyle) insanı sinir ederler. Hiçbir şeyden memnun olmaz, gerçekten beğendikleri, etkilendikleri bir şeyler
olsa da 'cool'luklarını bozup, 'müthiş', 'süper', 'mükemmel' gibi kelimelerle duygularını, beğenilerini ifade etmezler. Bunlar, partilerde
dans etmez, karaokelerde şarkı söylemez, düğünlerde oynamaz/halay çekmezler. İnsanlar konuşurken onların gözlerine bakmazlar,
ya uzaklara bakıp ciddi pozlar verir, ya telefonlarıyla uğraşır, ya da alaycı ve küçümseyici bir şekilde gülümserler. Bunların hayran oldukları
insanlar/nesneler yoktur, olamaz. Zaten kendilerinden başka kimse zeki, cool, muhteşem değildir ki kime hayran olacaklar? Tabi bir de
çoğu zaman şikayet etmek ve eleştirmekten bir şeyleri sevecek, en azından beğenecek zamanları yoktur.

İşte bu tip insanlar da gelir benim gibi ota boka gülen, azıcık güneş görünce 3 gün hiç uyumadan gezip tozabilecek enerjiyi kendinde
bulabilen, etrafında sürekli insan olsun da muhabbet etsin, konuşsun, paylaşsın isteyen
bir insanı böyle sinirlendirir, içine kapatır, şikayet ettirmeye başlarlar. Hatta oturup 2 sayfa onlar gibi şikayet ettiğim bir yazıyı bile
yazdırırlar bana.

Neyse, benim sinirim bozuldu. Ben bu gece çıkıp biraz sosyalleşeyim bence. Gidip biraz geyik yapıp, güleyim. Facebook'tan da biraz
uzak durayım.

5 Nisan 2010 Pazartesi

Facebook ve Ben

Bu aralar Amerika hazırlıklarına başlamak için işten ayrılmamdan ve aslında ‘Amerika hazırlığı’ dediğim şeyin en fazla 3-4 saat sürecek bir valiz hazırlamadan ibaret olmasından dolayı fazlaca bol vaktim vardı. Ben de her sorumluluk sahibi Türk genci gibi bu boş vaktimi Facebook’ta gereğinden fazla takılarak değerlendirme yolunu seçtim.

Sanırım bu sürede sevgili filozofumuz Platon’un ‘devlet’ kavramı üzerine düşündüğünden daha çok, Facebook üzerine düşündüm. Kendimce Facebook’u ‘iyi’ ya da ‘kötü’ diye etiketlemeye çalıştım. Ama ürettikleri teorilerin doğruluğunu araştırırken, yeni yeni şeyler bulan teorisyenler gibi ben de kendimle ilgili bir gerçeği keşfettim. Bunu fark etmem de Facebook sayesinde oldu.

Ben sanırım birden fazla kişilikliydim.

İşe girdiğim ilk haftalar ofiste belli bir saygınlık kazanmaya ve ciddi bir çalışan imajı çizmeye çalışırken bayağı çaba harcamıştım. Genel müdürümle aram çok iyiydi. Hatta kendisi de politikayla ilgilendiğinden ara ara böyle uzun siyaset sohbetlerine girerdik. Birbirimizi Facebook’tan bile ekledik.

O gün 60 darbesinden Berlin Duvarı’nın yıkılışına, kapitalist ekonomiden Avrupa birliğine kadar konuşmuştuk. Ben adeta ciddi ama kendinden emin gülümsemesi yüzünden eksik olmayan otoriter bir spiker edasıyla tartışıyordum genel müdürle.

Gel gör ki aynı akşam ‘çok sevgili’ bir arkadaşım gitti de beni iki tane şempanzenin dişlerini göstere göstere güldükleri bir fotoğrafa tagledi. Şempanzelerden biri sarışın bir kadının sağ göğsünü sıkıyordu. İşte tam de o şempanzeydim ben.

Aslında fotoğraf hoşuma gitti hatta güldüm de. Ama sonra hemen ofisten kimse görmesin diye (neredeyse herkes arkadaş listemde ekliydi) tagimi kaldırdım fotoğraftan.

Bazen böyle üniversiteden hocalarım, ofisten insanlar falan bazı aktivitelere davet gönderiyorlardı. İşte ne bileyim, ‘kariyer hedeflerini belirle’ konferansı, ‘kişisel mükemmellik, yaşam koçluğu, liderlik kursları’, paneller, eğitimler vs.

Ama her ne kadar ‘kişisel mükemmellik’ sertifika programına ‘attending’ yapsam da ardından ‘her gün bir yeni apaçi’ grubuna üye olmamak için kendimi zor tutuyordum. Hala da üye olamadım zaten=)

Apaçilere karşı merakımı geçtim, ‘haydi durduk yere 1 milyon kişi olalım’ grubuna üye olarak da boş işlerin insanı olduğumu tüm Facebook alemine ilan ettim. Hadi şimdi kişisel mükemmellik programına davet et..

Okuldayken hocalarıma karşı ‘başarılı, sosyal, aktif öğrenci’ profilini çizmiş olan ben, bazen hala ‘ben zaten içince 1.000.000 kişi olabiliyorum’ grubuna üyeliğimi hocalarımın görüp görmediğini merak ediyorum. Bazen gruptan çıksam mı acaba diye düşünüyorum ama ardından iç sesim ‘bu sensin, kendini değiştirmemelisin’ diyor.

Bir gün yine böyle ofiste konuşurken Facebook konusu açıldı. Ben de geçen günkü şempanze olayı belki görülmüştür diye hemen kendimi aklamaya çalıştım. ‘Hıı evet ben zaten pek Facebook’a girmem, öyle mesajlara bakıp çıkarım işte ehe ehe’ diye bir cümle sarf ettim.

Aynı akşam, liseden bir arkadaşım takipçilerini belirlemiş ve tahmin edin birinci sırada kim var? Evet. Facebook’ta takılmayı geç, bir de birilerinin 1 numaralı takipçisi bile olmuşum. (Ha o takipçi olayının ne büyük bir kandırmaca olduğuna başka bir zaman değineceğim.)

O gün ofiste söylediğim şeyi de bir güzel yuttum. O sinirle Home Page’teki her paylaşıma verip veriştirirken, biraz güleyim diye başlığında ‘gülmek garanti’, ‘kopacaksınız ha ha ha haaaa :D:D’ falan yazan videoları izleyeyim dedim.

Bu videolarda da en komik olanın gitar çalan bir köpek videosu olduğunu görünce dayanamadım. Status’uma bu tür videoları komik diye paylaşan insanları ezen, saldırgan bir ileti yazdım. Çok geçmeden baktım yengem tam da bahsettiğim türde bir video paylaşmış. Hayır şimdi iletiyi silsen bir türlü, silmesen bir türlü..

En son artık sanal ortamda da var olan sosyal yapıların, mahalle baskısının da farkına varıp, hepsine ‘amaaaaan screw them up yaa’ dedim. İstediğim gibi takılırım artık dedim.

Sonra şöyle bir olay oldu:

Okuldan arkadaşın biri yine okulda staj yaparken çekilmiş bir fotoğrafımızı eklemiş. Altına şu tarz laubali bir yorum yaptım.

‘yeeeaaaa hacı yeeaa koymasana şu staj fotoğraflarını, o lanet staj günlerini hatırlatma adama hayret bişey beeeeee hasta mısın nesin?’..

Arkadaş da altına güzel küfürlü müfürlü bir yorum yapmış. Biz orda gayet yılışık bir geyik çevirirken, bizim stajdaki hocalardan birinin yorumu düştü birden Facebook semalarındaki aynı fotoğrafın altına:

-Baharcığım, nasılsın? Umarım hayatında her şey çok iyi gidiyordur. Mezun olduktan sonra hayat daha da zormuş değil mi? (Ehe) Bizleri haberdar et kendinden, çok öpüyorum.

Bu yorumu gördüğüm anda yaptığım ilk iş yukarıda yaptığım o iki yılışık, rezil yorumu 1 milisaniyede silip şu yorumu yazmak oldu.

-Merhabalar hocam, iyiyim. Umarım siz de iyisinizdir. İstanbul’daki staj günlerimi ve sizleri çok özlüyorum. İstanbul’a geldiğimde mutlaka uğrayacağım. Kendinize iyi bakın.

21 Mart 2010 Pazar

İnsan vs. Şemsiye

Ya şemsiyeler ne kadar garip, değil mi?

Sanki hayatlarından hiç memnun değiller. Bana hep sırf para kazanmak için bir işte çalışan, ofiste saatin 5 olmasını beklerken her dakika başı saatine bakan o isteksiz insanları hatırlatıyorlar. Buna karar vermem de şöyle oldu.

Baktım bu kış boyunca tam 6 tane şemsiye kaybetmişim. Ya oralarda buralarda bırakıyorum, ya da kendi mi kaçıyor kurtuluyor elimden bir yerlerde anlamıyorum. Ama sorun bende değilmiş. Dün bir arkadaşımla bu konu üzerine dertleşirken, aynı şeyin her baharda onun da başına geldiğini öğrendim. İşte o zaman bunun şemsiyelerden kaynaklanan bir durum olduğuna karar verdim.

Hayır, İstiklal Caddesi'nde ilk yağmur damlası yere düştüğü anda ortaya çıkıp amip gibi çoğalan şemsiyeci adamları zengin ettim, ona yanıyorum. En sonunda bana şu kafaya takılan şemsiye mi şapka mı ne olduğu belli olmayan Çin teknolojisinin son ürünü aleti aldıracaklar.

Bu kadar mutsuzsanız yaptığınız işten, bu kadar kaçıp kurtulmak istiyorsanız insanlardan söyleyin canım. Biz de yağmurlu havalarda dışarı çıkmayız olur biter.



14 Şubat 2010 Pazar

Doğa'yı Özlemek



Annem ve babam bu haftasonu değişiklik olması ve biraz da kendilerine zaman harcamış olmak için Yalova'ya gittiler. Evin iki gün boş kalacak olması beraberinde çok çeşitli cumartesi akşamı planlarını da getirdi tabi ki. Böyle bir fırsat çok sık karışımıza çıkmayacağı için kardeşim ve ben cumartesi gecesi (yani dün) için dışarı bile çıkmayı reddederek evde planlar yapmaya başladık.

Bu sabah -sabah dediğim saat 2 civarı- annem ne yapıyoruz diye merak edip bizi aradı, öyle bir konuştuk ve ben onların ne yaptıklarını sordum. Yalovada küçük bir ilçe olan Çınarcık'taki Termal'delermiş. Üzerine bir de doğa manzarasına karşı sahlep içiyorlarmış. Telefonu kapatırken gözlerimin dolduğunu fark ettim.

O kadar uzun süredir ağaçlarla dolu bir parkta yürümedim, o kadar uzun süredir çimlerde çıplak ayak yürümedim ki neredeyse toprağın kokusunu bile unuttum. Hayat, biz otobanda 140 km hızla sürerken yandan hızla geçen evler kadar hızlı geçip giderken, o kadar büyük bir kısmı şehrin gürültüsü, trafiği, pisliği ve stresiyle geçiyor ki... Hayatın rutinlerinden arta kalan zaman malesef ya insanın kendini kapattığı evine, televizyon ve internetine ya da dışarıda içilen bir kahveye/içkiye ayrılıyor.

Bu tam olarak bizlerin suçu değil bence. Çoğu zaman doğa ile başbaşa kalmayı istesek de böyle bir imkanımız olmuyor. Örneğin şu an ben yeşil bir alanda biraz vakit geçirmek, çimlerin üzerine uzanıp kitabımı okumak, birkaç çiçek koklamak ve hatta karıncaların, böceklerin istilasına uğrayıp doğayla biraz başbaşa vakit geçirmek istesem gidecek bir yer bulamam. İstanbul'un orta yerinde, doğa ile biraz vakit geçirmek istediğinizi düşünün. Nereye giderdiniz?

Bir kaç saat araba yolculuğu yaptıktan sonra Ağva ya da Polonezköy gibi alternatifler mevcut olsa da İstanbul trafiğinde çekeceğim sinir strese değmez der vazgeçersiniz. Halbuki şöyle şehrin ortasında, insana şehirde olduğunu unutturacak, içinde yürüyüş parkurları, banklar, çeşmeler, geniş ağaçlık alanlar hatta belki birkaç küçük çay bahçesi olan kocaman bir park olsa... Yapay çiçekler ve ağaçlarla dolu, hatta yapay kuş sesleriyle süslenmiş Rezidansların lüks havuzlu bahçelerinden bahsetmiyorum. Ağaçlardan meyveler koparıp yiyebileceğimiz, çocukların üzerinde saatlerce oynayıp üstlerini başlarını kirletecekleri 'gerçek' topraktan ve kokusuyla yüzünüze küçük bir gülümseme yerleştirebilecek olan çiçeklerden bahsediyorum.

'İstanbul gibi kalabalık, trafiğin yoğun olduğu bir şehirde o kadar yer nerde, olacak iş mi?' demeyin. Çünkü olacak iş. Dünyanın en büyük metropollerinden, en kalabalık şehirlerinden biri New York'ta Manhattan'ın orta yerinde 3.5 kilometrekarelik bir alan sadece Central Park'a ayrılabiliyor. Berlin'in merkezinden trene binip, on beş-yirmi dakikada ulaşabileceğiniz ve sanki medeniyetten tamamen uzak bir ormana gelmişsiniz gibi hissettiren şehir parkları var. Hatta trene bile binmeye gerek yok, şehrin orta yerinde yürürken biraz yorulunca oturup birkaç dakika geçirebileceğiniz 10'dan fazla park mevcut.

Keşke buralarda olduğu gibi İstanbul'da da yeşil alanlar daha fazla olsa. İstanbul'u bir kenara koyalım, Bursalı biri olarak Bursa'da bile hiç yeşil alan bulamamak gerçekten içimi acıtıyor. Halbuki Türk insanının rahatlamaya, kafasını boşaltmaya, televizyondaki saçma sapan programlardan uzak durmaya o kadar çok ihtiyacı var ki...

Dün kardeşimle annemler evde olmayacağı için, biz de evde küçük bir parti verecek olduğumuz için seviniyordum. Şu anda evde kalmış olduğuma üzülüyorum. Keşke ben de annemler 'isterseniz siz de gelin' dediklerinde gitmiş olsaydım. Hatta kardeşim de gelmiş olsaydı da şu anda dün gece içtiği şarap yüzünden midesi bulanarak arka odada yatmıyor olsaydı.

10 Şubat 2010 Çarşamba

Dumanlı Hava Sahası


Şu AKP iktidara geldi geleli getirdiği tek bir şeye 'helal olsun' dedim. O da Sağlık Bakanlığı'nca başlatılan sigara karşıtı kampanyaydı. 'Dumansız Hava Sahası'. Ancak bugün karar verdim ki bu, amacı yüzde yüz dumansız havası yaratmak olan ama yüzde elli bile başarılı olamamış bir kampanyadır. En azından benim için öyle.

Sigara içmeyen biri olarak hala bir barda birkaç saat geçirdikten sonra saçlarıma sigara kokusu sinmiş bir şekilde oradan ayrılıyorsam, bence bütün olay kapalı yer işleten ve bahçesi, terası, dışarıda oturma yerleri olmayan işletmelerin zarar etmesini sağlamaktan başka bir şey değil. Şimdi bu söylediklerime 'daha ne olsun canım, biz bu soğukta dışarıda donarak sigara içiyoruz, daha ne yapılabilir ki?' diye cevap verecek çok fazla insan var, biliyorum. Ancak şunu söylemeliyim ki 'o sigarayı siz kendi isteğinizle içiyorsunuz kimse zorlamıyor. Kaldı ki soğukta donmak pahasına sigara içiyorsanız bunda şikayet edecek bir durum yok. Zaten üşümeyi göze alarak dışarı çıkıp sigara içiyorsunuz.

Bugün işten çıktım. Çok şiddetli olmasa da yolda rahat rahat yürütmeyen bir yağmur vardı. Şehir merkezinden dolmuşlara doğru yürümeye çalışırken bir yerlerden sigara dumanı geldiğini fark ettim. Son bir kaç haftadır her akşam gittiğim kafe ya da barların ufolarla ısıtılan 'açık' kısımlarında oturup, buna rağmen istisnasız her akşam üstüme başıma sinmiş sigara dumanıyla buralardan ayrıldığım için artık psikolojik olarak açık havada bile sigara dumanından rahatsız olmaya başladığımı düşündüm. Sonra önümden yürüyen adamın sigarasını içerken arkasına doğru tuttuğunu gördüm. Hızlı hızlı yürüyüp adamın önüne geçtim, bu sefer de yanımdan benimle neredeyse aynı hızda yürüyen birinin sigarası...

Şimdi şunu düşünüyorum. Ben yolda yürürken bile sigara dumanına maruz kalmak zorunda mıyım? Sadece kafelere restaurantlara giden insanlar mı sigaradan rahatsız oluyorlar? Ben yolda yürürken, parkta otururken ya da herhangi bir kamu alanında bulunurken başkasının sigara dumanını içime çekmek zorunda mıyım? Bu insanlar için Avrupa'da ya da Amerika'daki gibi 'smoking area', 'smoking cabins' ya da 'smoking room'lar yapılamaz mı? Evet, yolun ortasına! İçen sigarasını orada içsin, kendini zehirleyip çıksın. Durakta on beş dakika boyunca beklerken yanımda on beş dakikada üç sigara içen adamla beraber ben de sigara içmiş kadar olmak istemiyorum.

Bugün artık sinirim iyice bozuldu diye böyle saldırgan bir yazı yazmış bulundum, ama gerçekten gittiğim her kafede, restaurantta açık bölümde de otursam hemen arkamdaki masada sigara içen kadının dumanı tamamen bana geliyorsa, midemi bulandırıyor, hatta üzerime siniyorsa ben de 'dumansız hava sahasının amacı bu muydu acaba?' diye sormadan edemiyorum.

Neyse çok öfkeliyim bu konuda, sigara içen sevgili arkadaşlarım da bu yazıyı okurlarsa üstlerine alınmasınlar demiyorum. Herkes alınsın, ona göre sigara içsinler benim yanımda=)

31 Ocak 2010 Pazar

Bir Ay Sonra: 'Hoşgedin 2010'


Zaman ne kadar çabuk geçiyor ya. Bir baktım en son yazımı blog'uma girdiğim tarih 9 Aralık 2009. Birkaç gün önce bir arkadaşımın 'N'oldu ya artık yazmıyor musun adadan?' diye sormasıyla aklıma geldi, bir baktım hakikaten neredeyse bir ay olacak ben yazmayalı.

Aslında sağda solda kağıt parçalarında, not defterimde, Almanca kitabımın en arka sayfasında zaman bulduğumda yazdığım bir kaç sayfa var ama oturup da buraya yazmaya üşenmişim herhalde. Ya da unuttum mu ne oldu?

2010 biraz hızlı başladı benim için. Yeni bir hayat, yeni bir iş, Sertab Erener'in şarkısındaki gibi yine gülecek nedenler... Ben orada burada koştururken bir baktım ki kendime ayırmam gereken zaman arada kaybolmuş gitmiş.

Neyse, şimdi üzüldüm bak, 'bir daha olmasın' diye uyarıyorum kendimi.

9 Aralık 2009 Çarşamba

19.07 p.m


Bugünlerde çok garip bir şeyi fark ettim. Yani aslında bu günlerde değil, neredeyse 10 yıldır falan farkındaydım bu olayın ama görmezden geliyordum. Bu hafta o kadar çok oldu ki aynı şey, artık bunun bir tesadüfler serisi olmaktan çıkıp, korkutucu bir şey olduğunu düşünmeye başladım.

Her gün nedense saate, saat tam 19.07'de bakıyorum. Komik gelebilir. İlk birkaç yıl bana da öyle geldi.

'Aa şuna bak, dün de saate tam 19.07'de saate baktım.'

'Aa, şuna bak, 3 gündür saate tam 19.07'de bakıyorum' şeklinde başladı.

Günler ayları, aylar yılları kovaladı. Sonra iş ciddiye binmeye başladı. Bir süre sonra baktım 'Tanrım, yaklaşık 10 yıldır saate 19.07'de bakıyorum, bu bana gönderdiğin bir işaret mi? Öyleyse lütfen çıksın artık, dayanamıyorum' demeye başladım.

Bu hafta ise geçen çarşambadan beri, gün atlamadan her akşam saate baktığımda saat 19.07'yi gösteriyordu. Hayır! Kuşkuları gidermek için söyleyeyim. Saatim durmuş falan değil.

Bu demek değil ki ben bütün gün boyunca sadece saat 19.07'de saate bakıyorum. Tabi ki gün boyunca saate bakıyorum ama 19.07'de "mutlaka" bakıyorum.

Nerede olursam olayım, ister metroda, ister otobüste, ister televizyon izliyor olayım, ister bilgisayar başında... Mutlaka buralardaki saatlerin birine tam 19.07'de saate bakmış oluyorum.

Bu zamana kadar bunu kimseye anlatmamıştım. Kendi kendime yenmeye, bunun bir tesadüf olduğuna kendimi inandırmaya çalışıyordum ama artık iş çığırından çıktı. Sanırım bir süre bütün gün hiç saate bakmamayı deneyeceğim. Gerçi bir ara bunu da bilinçli olarak yapmaya çalıştım ama, o kadar spontane ve istemsiz bir şekilde kafamı saate çevirip 19.07 olduğunu görüyorum ki...

Off deliriyorum galiba. Neyse sustum ben.



6 Aralık 2009 Pazar

Ayade-i Lüpriz

Ayade-i Lüpriz, geçen sene kurulmuş olan çok yeni ama şirin mi şirin bir müzik grubu. İsminin ne anlama geldiğini, neredeyse hayatın anlamını merak ettiğim kadar merak etsem de, sağdan soldan aldığım duyumlara göre grup üyeleri bunu açıklamak istemiyorlarmış. O yüzden ben de kaderime razı olup, grubun adına kendimce anlamlar yükleyip bu konuyu unutmaya çalışıyorum.

Ayade-i Lüpriz'in kurucuları, bildiğim kadarıyla Bahçeşehir Üniversitesi Müzik Kulübü üyelerinden çıkmış. Açıkçası kendime özgü başka nedenlerden dolayı çalışmalarını, çalışanlarını ve çalışma tarzlarını hiç sevmediğim bir kulübü bana yeniden sevdirmiştir bu grup.

Şu anda grubun Facebook sayfasından (http://www.facebook.com/group.php?gid=57337384456&ref=mf) edindiğim bilgilere göre vokalde Aytül Abak, klarnette Sarper Aksoy, perküsyonda Cem Utku, Elektrik gitarda Halil Ünsal, bass gitarda Kayra Ciray, davulda da Cenk Ediz Akyol varmış.

Grup üyelerini şahsen tanımasam da (Halil Ünsal hariç) hepsi çok eğlenceli, çok pozitif elektrik saçan insanlar. En azından sahnede öyleler. Grubun çok samimi ve eğlenceli gözükmesini bence büyük ölçüde, dünyanın en şeker insanlarından biri olan Halil Ünsal sağlıyor. Genelde grubun seyirciyle iletişimini vokaller kurar ama bu grup için pek geçerli değil bu kural.=) Daha çok gitaristin omuzlarında sanki bu görev.

Müzik tarzlarına gelince... Öncelikle, yine bildiğim kadarıyla, kendilerine ait şarkıları yok. Böyle Sezen Aksu, Levent Yüksel hatta Tarkan falan cover'lıyor, bununla da kalmıyor türkü bile söylüyorlar. Şöyle bir düşünüyorum da Sezen Aksu şarkılarını pek sevmem, türkü hiç dinlemem, grubun tarzı pop ağırlıklı.. Ama tüm bunların yanında konserlerinde en çok eğlendiğim gruplardan biri. Artık grubun kendi enerjisi midir, cover yapmayı iyi mi öğrenmişlerdir, ben konserlerinde fazla mı içiyorumdur bilinmez, bir yerden sevdiriyorlar kendilerini.

En son konserlerini 4 Aralık'ta Bahçeşehir Üniversitesi'nin öğrenci gecesinde verdiler. Geçen sene de en az iki üç kere farklı yerlerde izlemiştim grubu, ama nedense geçtiğimiz cuma ayrı bir haz aldım konserlerinden. (Aklınıza takılabilir diye hemen söyleyeyim, konser öncesi sadece bir kadeh şarap içmiştim) Herhalde artık uzun süredir beraber çalmanın olgunluğu, grubun oturmuşluğunun verdiği rahatlık ve kendi üniversitelerinde olmanın getirdiği güvenle bu kadar mükemmel bir performans sergilediler. Ayağımda 15 cm topuklu ayakkabılar olmasına rağmen hiç çekinmedim hopladım, zıpladım, dans ettim.

Bu yazı da böyle grup tanıtım yazısı gibi oldu ama ben büyük ölçüde geçtiğimiz cuma günü Ayade-i Lüpriz sayesinde nasıl eğlendiğimden bahsedecektim. Gerçi konser saat 8'de başlamış, ben ve birkaç arkadaşım Kadıköy'den Beşiktaş'a gelen vapuru kaçırınca konsere de bayağı geç kalmış olduk. Belki de o gece ondan çok kısa sürdü gibi geldi bana ama o kısa sürede yoğun doz aldığımız Ayade-i Lüpriz ile Taksim'de sabahlayıp, ertesi gün 3'e kadar uykusuz kalmak çok zor olmadı.

Çoğunlukla bir konuyla ilgili yazı yazacaksam bununla ilgili düşünür, beni gerçekten yazmaya değecek kadar etkileyip etkilemediğini değerlendirir, öyle yazmaya başlarım. Ama bu yazıyı yazmaya daha grubun konser verdiği salona girer girmez karar verdim.

Umarım Ayade-i Lüpriz yakın zamanda kendi şarkılarını da yazmaya başlar ve biz de bir gün bir konserlerinde onlarla beraber şarkılarını söyleriz.







2 Aralık 2009 Çarşamba

Senede Bir Gün

Bilgi: Bu yazı benim tarafımdan yazılmadı. Aslında bu yazı, kardeşim tarafından bana yazılmış bir mektup. Favori mektubum=) Hatta hayatımda en çok güldüğüm yazılardan biri olabilir. O yüzden paylaşmak istiyorum. Tarih: 09.01.2004 Ben: Öss'ye hazırlanıyorum. Sevgili kardeşim Pınar: Öss zamanım ve geleceğim hakkında kehanetlerde bulunuyor. =))

Sevgili Bahar,

Bu sabah yağmur var Bursa'da, gözlerim dolu dolu oluyor bilinmez niye...

Devamını getirmek isterdim bu harika MFÖ şarkısının ama malesef annem odamın kapısının önünde dolaşıyor. Umarım kapıyı açmaz, çok stresliyim çünkü iki gündür odanı topla diyor ama malesef odamda hala kitaplar yerlere saçılmış, torbalar uçuşuyor kafamın etrafında. Sana yazı yazmak için elime aldığım sayfayı, şakacı tozların altından çektim, televizyonumsa üzgün üzgün öksürüyor.

Daha demin edebiyat çalışıyordun ya, kişileştirme sanatının sözcüklerle nasıl oynadığını, belki de dünyanın en güzel dili olan Türkçe'ye nasıl bir ahenk kattığını tekrar gör istedim. Bu kağıdı sana yazmamın nedeni.. şey yapmak... şeyi vurgulamak... ee bu kağıdı yazmamın bir nedeni yok. Yo yo ya da var.

Biraz önce Deniz'le telefonda konuşurkenki küçük kahkahaların, yaramaz tebessümün ve baktıkça bana toprağın kutsallığını hatırlatan, kahverenginin en güzel tonundaki gözlerin bana yıllardır hiç hatırlamadığım bir değeri hatırlattı. Yazmayı...

Neden yazar insan? Bunun cevabını uzun uzun düşündüm ve cevabı buldum. İnsan birinin yüzüne söyleyemediklerini bu yolla çok daha kolay anlatıyor. Bugün bu tanımın yeni cevabı mesaj çekmek olsa da hala korunması gerekiyor kalem ve kağıdın. Ne yazık ki kompozisyon sınavında cevap 2222'ye atılmıyor. Mesela şöyle; Atatürk'ü çk svrdm. ii br dvlt admydı fln. Olmuyor be tatlı kız. Ah şu sokak argosu SARS gibi yayılıyor.

Daldan dala atlıyorum yazımda farkındayım Ama vurgulamak, günümüz gençliğine anlatmak istediğim öyle çok şey var ki... Bir yerden bağlıyorum işte babaannem gibi.

Eee, efendime söyleyeyim bazen seninle geçireceğim yılların azaldığını düşünmeye başlıyorum. Rüyalarımda görebiliyorum, her gün görüşebileceğimiz son 8 ayı... Hatta tahmin ediyorum.

1-Ocak Ayı: Sen yavaş yavaş çalışmalarına ağırlık verirsin, sinema olayını da birazcık kesersin. Test kitapları açılmaya başlar, üzerindeki matbaa kokusu yavaş yavaş silgi tozlarına ve işlemlere dönüşür. Bense her zamanki gibi eğlence dünyasına dalarım ve film projelerime hazırlığa hız veririm ve tabi Kommenyus eğitim projesine de...

2-Şubat Ayı: Sen çoktan 'yarı yıl hızlandırılmış proje'ye ayak uydurmaya başlarsın, artık hafta sonlarında ve haftaiçinde tamamen yaprak testler, deneme sınavları ve örnek sorulara dalarsın. Bense Uludağ'da kayak yaparım ve bayram paralarını yerim.

3-Mart Ayı: İlkbaharın gazıyla ve enerjisiyle kitaplara daha sıkı sarılırsın. Havalar pek ısınmadığı için adaptasyon bozulmaz. Bense Türk filmlerindeki asi ve zengin kız karakterinde kamera parasının dörtte üçünü biriktiririm ve artık sabaha karşı eve gelmeye başlarım.

4-Nisan Ayı: Kuzular meleşmeye, kumrular koklaşmaya başlamıştır. Sizin dershane de öğrenciler kendilerini iyice salmasınlar diye programı ağırlaştırır, sen de mecburen kafa patlata patlata soru çözme rekor denemelerine başlarsın.

5-Mayıs Ayı: Havalar iyice ısınmaya, kanlar kaynamaya başlar. Bu ay senin ve birçok arkadaşının doğumgünü olduğundan ve sen artık yavaş yavaş kendini sınava hazır hissettiğinden dolayı kendini biraz salarsın. Bense artık kendimi iyice yaz konserlerine, drama klübüne ve film çekimlerine vermişimdir.

6-Haziran Ayı: (1.hafta) Sen artık çalışmalarında iyice rahatlamaya başlarsın ve puanların 280'den aşağıya inmediğinden rahatlarsın. Dershane her gün sınav yapmaktadır. Yavaş yavaş Deniz'le İstanbul'da ev planları kurar, Baran ve Umut'la komşu olabileceğiniz evler bakarsınız.

(2.hafta) Dershane biter, çalışmalarına nokta koyarsın. Çünkü son sınav puanın 297'dir. Sınava 5 gün kalmıştır ve sen arkadaşlarınla tatil planları yaparsın. Ne de olsa artık reşitsin.

(3.hafta) Sınav biter, senin manyak geçer, Deniz ve diğer tüm arkadaşlarının da öyle. Ve bu mutlulukla benim 16. yaşıma girişimi kutlarız.

7-Temmuz Ayı: Tatil için kesin bir yer belirlenir ve bavullar hazırlanır. Tatil heyecanı başlar. İlk defa arkadaşların ve dünyada en çok sevdiğin insan olan benle tatile gideceksindir. 1 hafta Ege sahil kıyısı boyunca tatil yaparsın. Çok ağlamama ve ısrarlarıma rağmen ben evde kalırım! Ben de o sırada filmimin sonlarına doğru yaklaşırım.

(3.hafta) SINAV AÇIKLANIYOR!

meb.gov.tr'ye gireriz, adını soyadını ve TC kimlik no'nu yazıp 'işlet' butonuna basarız. ve...

Sen hampuan barajını geçemezsin. O sırada film geriye akmaya başlar ve biz aslında senin tüm dershane sınavlarında kopya çektiğini anlarız. Ve sen çok kötü patlarsın. Hepimiz seni teselli etmeye çalışırız. Deniz ve sen ev kızı olursunuz. Umut ve Baran da müzik grupları O'Rock için 'Umut Müzik'e giderler ama Neredesin Firuze'deki kabak kafalı adamın da dediği gibi ne umut vardır ne de müzik.

Baran ve Umut da el ele tutuşup boğaz köprüsünden atlarlar.

8-Ağustos Ayı: Yazının başında da söylediğim gibi beraber geçireceğimiz son aydır. Sen her gün evi temizlersin, yemek yaparsın ve KAZANMALİ programına katılır, 'Mehmet Ali Bey, ev kızıyım!' dersin.

9-E Y L Ü L A Y I : (Final Chapter)

Çektiğim film ajanslarca çok tutulur ve ben Hollywood'a çağırılırım. Böylece bir daha görüşmeyiz. Ben her ay size para yollarım.

Bir daha beni gördüğündeyse senin pek anlam veremediğin bir altın heykelciği havaya kaldırıyor ve sevgilim Orlando Bloom'a teşekkür ediyor olurum. Sana Pınar Bloom imzalı bir mektup gelir, yılda bir.

SENEDE BİR GÜN, SENEDE BİR GÜN

Pınar Emmerich
Felaket Tellalı

Sevgili Kağıt

Bilgi: 2002 yılının şeker bayramında, (yaş 14) kendi çapında oldukça dindar olan kahramanımızın küçük bir A4 bulup onunla dertleşmesi.

Sevgili Kağıt,

Öncelikle bana çizgilerinin tümünü içtenlikle ayırdığın için teşekkür ederim.

Sana benim için bugünün ne kadar önemli olduğunu söylemeliyim. Bugün bayram! Otuz gün açlıktan sonra kahvaltının önemini bilir misin sen? Nereden bileceksin?

Neyse, bugün çocuklar büyük bir açlıkla kapılardaki şeker kaselerine avuçlarını daldırıyorlar ve büyüklerinden yolabildikleri kadar para yoluyorlar. Bugün evine hiç kimse gelmeyen teyze bütün gün misafir ağırlıyor. Bir süre sonra küfür etmeye başlasa da.. Bunun hayrı ne diye soracak olursanız kadın ayda yılda bir yataktan kalkıyor, yürüyor daha ne?

Bugün ramazan bayramı. Sokaklarda şen bir hava, çocuk çığlıkları, yerlerde şeker kağıtları, ağız kenarlarından akan baklava şerbeti...

Bugün ramazan bayramı. Al al olmuş çocuk suratları, beş milyon için birbirlerinin yüzlerini yolan tırnaklarda deri parçaları... Bugün ramazan bayramı. Ceplerinde beş kuruş kalmadığından 'kredi kartı geçiyor mu?' diye umutla soran yetişkin ağızları... Bugün ramazan bayramı. Bayram harçlıklarını sayan ve hesap yapan çocuk beyinleriyle dolu şehrin her bir tarafı.

Bugün ramazan bayramı. Her gün birbirini gören komşuların, bayram ziyareti sırasında sanki devlet bakanı gelmiş gibi yapmacık tavırları... Bugün ramazan bayramı. Genç kızların bayramlıklarını birbirlerine gösterme yarışı. Bugün ramazan bayramı. Evlerde bir telaş, son rötuşlar yapılıyor gelmesi muhtemel akrabalar ve komşular için.

Bugün ramazan bayramının 1. günü. Oruçlarını diyet için ya da baskı yüzünden değil, içten tutanların, komşularını, akrabalarını gerçekten ağırlamak isteyen, bayram ruhunu Hristiyanların Christmas'ı gibi içten yaşayan herkesin bayramı kutlu olsun. Para için değil, hatır için el öpenlerin.

Bugün yurdum insanıyla bir ramazan bayramının daha birinci günü, sağlıkla sıhhatle nice bayramlara!

p.p, 2002

26 Kasım 2009 Perşembe

Ugg Botlar


Hayır, dünyada eleştirecek, insanların salak olduğunu düşündürecek her şey bitti de şimdi bu ugg karşıtlığı modası mı çıktı?

Ben de şu ana kadar hiç ugg giymedim ve gerçekten de ayakkabının modeli hoşuma gitmiyor. Ama bu yüzden ugg giyen kızlara 'salak, özenti, gösteriş budalası' denmesinden çok sıkıldım artık.

Facebook'ta ugg giyen kızları aşağılayıcı videolar görmekten, ekşisözlük'te ugg botlarına ve bunları giyenlere edilen küfürleri okumaktan gerçekten bıktım. (ki eğer ugg giyen kızların hepsinin gösteriş meraklısı olduğuna dair bir genelleme yapılıyorsa, ben de ekşisözlük yazarlarının, aslında kendilerini yazar sanan bir grup abazanın sözlükten kız kaldırma çabasına girişmiş bir avuç zavallı olduğu şeklinde bir genelleme yapma hakkını kendimde buluyorum.)

Yok efendim, kırk derece sıcakta ugg giyiyorlar diye hastalıklı kişiliğe sahiplermiş, yok efendim sadece diğer herkeste var diye gidip bu botlardan alıyorlarmış da vs. Sana ne arkadaşım, isteyen istediği sıcaklıkta istediğini giyer. Yıllarca her sıcaklıkta ve her kıyafetin altına (takım elbiseler de dahil) converse giyildi. Eleştiren onu da eleştirdi ama sonra converse'i en çok eleştirenin ayağında da converse'ler gördük.

Eğer bu kendini moda ikonu veya ahkam kesicisi sanan arkadaşlarımız, ugg botlarını giyen kızların zeka seviyeleri ve kişilikleriyle ilgili bir yargıya varma hakkını kendilerinde görüyorlarsa, ben de asıl o ahkam kesenlerin 'boş konuşan bir grup zavallı' olduğu konusunda karar verip, onların IQ'ları ile ilgili ahkam kesebilirim.

Size ne, bırakın artık kim ne giymiş, kimin botu nasılmış, kim kaç derecede ne giyiyormuş. Herkes istediği şeyi giymekte özgür, kimsenin de buna karışmaya ve bunu yargılamaya hakkı yok.

Ne güzel demiş Adam Smith: laissez faire, laissez passer!

25 Kasım 2009 Çarşamba

Big Fish


Bazı sorular vardır hani, cevaplarını siz de bilmezsiniz. Örneğin, şu ana kadar yaşadığın en komik olay, en sevdiğin çiçek, seni en derinden etkileyen kitap ya da hayatını değiştiren film... Bu sorular yöneltildiğinde akla çoğu zaman pek bir şey gelmez. Hangi cevabı verirseniz verin kendiniz de cevabın doğruluğundan şüphelenir, tatmin olmazsınız. Her zaman düşünmeye, tüm seçenekleri gözden geçirmeye ihtiyacınız olduğunu düşünürsünüz ya da 'buna cevap vermek çok zor' der karar vermeye çalışmaktan vazgeçersiniz.

Ancak sanırım ben bu gece, bu sorulardan birisine, asla değiştirmeyeceğim cevabımı buldum. İnsanların -varsa- hayatlarını değiştiren film.

Tim Burton'ın 'Big Fish' adlı filmi.

Hayatın farklı dönemlerinde, değişen ruh halimize göre bazı şeyleri düzenli olarak yaparız. Her şeyden soğuduğumuz, insanların bizi anlamadığını düşündüğümüz, yalnız hissettiğimiz zamanlarda Küçük Prens'i okuyup, yıldızları izleyerek Küçük Prens'in gezegenine gittiğimizi hayal etmemiz gibi.

Ya da çok stresli olduğumuz zamanlarda yatağın üzerinde uzanıp tavanı izlerken saatlerce Yann Tiersen'i dinlememiz, tüm notaları tek tek ve sırayla beynimizin her köşesine yerleştirmeye çalışmamız gibi.

Birine çok sinirlendiğimizde ellerimizi acıdan hissetmemeye başlayıncaya kadar yazı yazmamız gibi.

Ben de ne zaman hayatta her şeyi gereğinden fazla ciddiye almaya başlayıp kendimi üzsem, ne zaman çok uzun süredir hiç ağlamadığımı fark etsem ve ne zaman insanların 'gerçek hayat' dedikleri ve benim hiçbir zaman içinde yer almak istemediğim o dünyaya girdiğimi fark etsem 'Big Fish'i izlerim.

Bu film benim hayatımı gerçekten değiştirmiş bir film. Sadece hayatımı değiştirmekle kalmayan beni şu ana kadar ağlatabilen de tek film.

Hayatı boyunca parmakla sayılabilecek kadar az sayıda ağlamış olan ben, ne zaman bu filmi izlesem sonunda ağlamaya başlar ve neden ağladığımı bilmeden en az bir saat ağlarım. İşin komik kısmı da budur. Evet, filmin sonu çok duygusaldır ama her seferinde kendi kendime 'ağlamayacağım' deyip, bir önceki izleyişime göre daha çok ağlarım.

Bu gece yine Big Fish'i izledim ve unuttuğum bazı şeyleri tekrar hatırladım. Bir insanın sevdiği bir insan için yapabileceklerinin sınırının en fazla nereye kadar uzanabileceğini, hayatımda olan insanların tek tek bana ne ifade ettiklerini ve benim hayatında olduğum insanların kendilerine yarattıkları dünyaların ne kadarına sahip olduğumu tekrar düşündüm.

Gerçekler yerine çoğu zaman hikayeler duymanın daha zevkli olduğunu, ne anlattığımın değil nasıl anlattığımın daha önemli olduğunu ve gerçekten 'büyük bir balık' olmak istiyorsam herkesin söylediği ya da anlattığı gerçeği değil, kendi gerçeklerimi oluşturmam gerektiğini hatırladım. Bir kez daha...

Benim için bu kadar hayati anlamlar taşıyan bu kadar derin bir film bir daha izleyemem. Ama sanırım Big Fish'i daha çok kereler izleyeceğim. Belki de ben de büyük bir balık olmak istediğim için.

'Bazı balıklar vardır asla yakalanamazlar. Diğer balıklardan daha büyük ya da daha hızlı oldukları için değil, fazladan bir şey tarafından dokunuldukları için.'

Sanırım bana da dokunan o şey bu film oldu. Artık nasıl öleceğimi biliyorum =)













23 Kasım 2009 Pazartesi

Küçük Bir Hatırlatma

Aslında biraz geç bir hatırlatma oldu bu ama blogumu tekrar eski haline getirmeye çalışmaktan sanırım aklıma gelmedi. Bu blogdaki yazılarımın çoğu aslında eski tarihli. Eski blogumu kapatmak zorunda kalmıştım. Şimdi ise, buraya eski yazılarımdan bazılarını da koyuyorum.

Ama yine de hiçbiri bir yıldan eski değil, onu da söyleyeyim dedim. =)

Juju



Evet bir Juju çılgınlığı vardı zaten ortalıkta uzun zamandır. Her zaman yeni şeyleri denemekte geç kalan muhafazakar bir insan olarak, yakın bir arkadaşımın ısrarlarıyla gün geldi ben de bu enfes içkiyi tatma şerefine nail olmuş oldum.




Böyle 3 farklı renkten oluşan fakat yeşil ağırlıklı, ne çok fazla şekerli, ne çok fazla hafif, orta karar eğlenceli ve samimi bir içki. Bir içki nasıl eğlenceli olur diye merak edebilirsiniz. Ama daha garson ısmarladığınız Juju'ları masanıza getirirken o pozitif elektriği ve enerjiyi hissediyorsunuz. Hele kalabalık bir grup olarak Juju ısmarladığınızda o kadar renkli bir görüntü oluşuyor ki biraz sonra shot'ınızı yaptıktan sonra sanki gökkuşağı çıkacak da hep beraber altından geçecekmişsiniz gibi hissediyorsunuz.




Samimi kısmına gelince, nedense bana çok komik ve güvenilir arkadaşlarımı hatırlatıyor Juju. Herhalde çok yakın olmadığım arkadaşlarımla dışarı çıksam Juju yerine vişne vodka falan içerdim gibi geliyor. (Vişne vodka her zaman çok soğuk gelmiştir bana)




Juju'nun şirin gözükmesinin bir nedeni belki de bardağın üzerinde gelen minik portakal dilimidir. Şahsen bana ilkokulda nefret etmeye başladığım turuncu rengini tekrar sevdirdi diyebilirim.




Bundan Küçük Beyoğlu'nda var, başka bir yer yapıyor mu, oraya mı özel bilmiyorum. Ancak öyle küçücük shot bardağında gelmiyor. Long shot bir içki ve kanımca en fazla 3 shot'tan sonra sizi de kendisi gibi eğlenceli bir hale getirebilir.




Kız içkisi demeyin, deneyin. Sizin de içinizde Juju'ya karşı bir sempati filizlenecek =)

Geç Keşfedilen Tantuni Mucizesi

Ev arkadaşım Mersin'li olmasına rağmen ilk defa bu yıl Tantuni yedim. Hayatımın yirmi iki yılının bu fantastik lezzetten mahrum kalması beni kahredercesine üzünce, karar verdim. Yirmi iki yılın açığını kapatabilmek için bundan sonra her gün Tantuni yiyip, kilo almamayı dileyeceğim.


Benim gibi hayatında hiç Tantuni yememiş olanınız varsa, hemen Taksim'deki Suat Usta Mersin Tantuni'ye gidip 5 tane ile başlangıç yapsın!


Bundan sonra bir de cesaretimi toplayıp Kokoreç'i denemek istiyorum ama onun sanırım biraz daha zamanı var.

22 Kasım 2009 Pazar

Ayrılamadığınız Sevgili: İstanbul

Hmm evet... Haftasonu yaklaştı, herkes nereye gidilse ne yapılsa diye düşünmeye başladı. Hava buz gibi de olsa bir dışarı çıkılacak, artık o kaçınılmaz son. Tartışmaya bile gerek yok. Ama nereye gidilse?


Benim bu haftasonum belki Adriana Lima'nınki kadar egzotik geçmedi ama bence farklı ve eğlenceliydi. Anlatayım, dinleyin.


Bir kere İstanbul'da yaşıyorsanız eğlence konusunda her zaman beş sıfır önde başlarsınız. Ancak, yıllardan beri her cuma ve cumartesi şu planı izliyorsanız bu iş sıkıcılaşmaya başlar.



1- Herkese saat 8'de, evi en büyük ve parti yapmaya dirençli bir arkadaşın evine gelmesi söylenir.


2- Evi bilmeyenler olma ihtimaline karşı çoğunlukla, evi bilen birinin liderlik edeceği bir grup daha önceden belirlenmiş bir buluşma yerinde toplanır.



3- Herkes kendi içkilerini alır, evde buluşulur ve pre-party başlar.



4- İçilir, muhabbet edilir. Müziğin sesi yükselmeye ve sarhoş olan insanların kahkahaları komşuları rahatsız etmeye başlayınca (ki bu saat 12 civarlarında olur) evden çıkılır ve yüzde 90 ihtimalle Taksim'e varılır.



5- Taksim'de güzel müzik ve ucuz içki gibi kriterler aranmadan herhangi bir bara girilir. (Çünkü kafa o anda her tür müziği kaldırabilir, artı zaten yaklaşık 3-4 saattir içildiğinden her türlü bira ağızda viski gibi tatlanır.)



6- İyice olmuş gençler, yorgunluktan düşüp bayılana kadar dans eder ve sabah 5 civarı evlere dağılırlar. Bazen arada extra-enerjik arkadaşlar çıkar ve sabah kahvaltısı yapıp eve öyle giderler.


Şimdi... Bu çok klasik bir plandır. Artık modası geçmiştir. Hep aynı şeyler, aynı mekanlar. Bunun haricinde fasıl bir yere kadar idare eder ama keman da bir saatten sonra kafa şişirmeye başlar, göbek atmak yerine insanlar tepine tepine dans etmek isterler. Benim çok sevdiğim, her zaman da destekçisi olduğum mülayim ev partileri vardır ki bunlar en eğlenceli olanlardır. Rahat, güvenli, samimi ve seviyelilerdir.



Benim bu haftasonuma gelince.. Uzun zamandır bunların hepsini deneyimlemiş ve çoğundan sıkılmış biri olan ben ve bir kaç arkadaşım farklı bir şeyler yapmak istedik. Geceye Taksim'in gayet bilindik bir barı olan Küçük Beyoğlun'da demlenerek başladık. Hem birşeyler atıştırdık, hem de güzel müzikle biraz beynimizi boşalttık.


Oradan sonra sinemaya gitmeye karar verdik. Aslında bu hiç de değişik bir fikir değildir. Ama normalde gece eğlenmeye çıkıldığında da pek tercih edilen bir alternatif de değildir. Her neyse zaten biz Rüya Sineması'nın kapısında filmlere ve seanslara bakıp karar vermeye çalışırken tüm seansları kaçırdığımızı fark etmemiz çok uzun sürmedi. Oradan herhangi başka bir sinemada başka bir filme gitmek için İstiklal'de yürüyüp tek tek sinemalara bakmaya başladık.



Her kafadan farklı bir ses çıktığı için, hangi filmin hangi seansına gideceğimize bir türlü karar veremedik ve Yeşilçam Sineması'nın giriş salonunda şunları yaptık: Birkaç arkadaşla karşılaşıp hangi filme gideceğimiz üzerine muhabbet ettik, masaj yapan koltuklara oturup, kimin yanağının daha pürüzsüz olduğuna dair muhabbet ederek birbirimizin yanağını okşadık, tuvalete gidip geldik, etraftaki insanlarla dalga geçtik, aramızda olmayan başka insanları arayıp sinemaya gelip gelmeyeceklerini, gelselerdi hangi filme gelirlerdi diye sorup, en sonunda hiçbir filme gitmeme kararı verip tam 1 saat (altmış dakika) sonra sinemadan çıktık.



Evet bize de çok boşa harcanmış bir 1 saat gibi geldi ama daha önceden yapılmamış bir aktivite olduğu için ilk olma özelliği taşıyordu. Gecenin bu bölümünde Barcelona'da bir çay ve pasta molası verdikten hemen sonra Asmalımescit'e doğru yürümeye başladık. Aslında benim için heyecanlı olan kısım şimdi başlıyordu, çünkü buradan sonra geceye sadece iki kız devam edecektik. Ben ve hayat arkadaşım Eda=)



Saat yaklaşık birdi. Tamamen amaçsızca, ne yapmak istediğimizi bilmeden Sofyalı Sokak'ta yürümeye başladık. Sonra tamamen spontane olmasını istedik ve Faces'in yanındaki tekila shot'çının önünde iki shot yaptık. Yanımızda iki çocuk durdular ve 'kızlar neyi kutluyorsunuz? Evlilik yıl dönümünüz falan mı?' dediler ama onlarla pek muhabbete girmek değildi niyetimiz. Saçma sapan bir cevapla onları sepetledikten sonra tekrar yürümete başladık.



Birkaç arkadaşa rastladık ama kimsenin yanına gitmedik. Faces'de okuldaki Erasmus grubundan insanlar vardı, belki sonradan uğrarız diyip hafif baş dönmemizle beraber Babylon'un hemen karşısındaki tahta platforma sokaktaki insanların çoğu gibi oturduk.



Yanımıza önce pis, kötü giyimli bir dilenci amca geldi. Eda'nın elini zorla kendi siyah ellerinin arasına aldı ve öptü. Sonra da ona 'seni seviyorum' dedi. Sonra benim elimi öpmeye kalkıştı. Ben bir şekilde adamı atlattım ve adam da 'biraz sonra geliyorum, bekleyin' dedi ve uzaklaştı. Büyük ihtimal deli bir amcaydı ve zaten bize sözünü tutmadı. Bir daha gelmedi=)



Biraz geçmeden yanımıza biri keman, diğeri darbuka çalan iki amca geldi. Sanki ikimiz yeni evli çiftler gibi görünüyormuşuzcasına 'Hatırla Sevgili' şarkısını çalmaya başladılar. Sokaktaki diğer insanlar bize bakıp gülerken, biz de tekilanın etkisiyle acaba gerçekten sevgili mi oluyoruz diye sorgulamaya başladık=) Bu bir rastlantı olamazdı. Bir gecede ikinciye böyle bir yakıştırmaya maruz kalmıştık.



Adamlara bahşiş vermeyeceğimizi açıkça söyledikten ve onlar da gittikten sonra yanımıza iki tane çocuk gelip oturdular ve sanki on yıldır arkadaşmışız gibi bizle konuşmaya başladılar. Biz de aynen sanki yıllardır arkadaşmışız gibi Twilight'tan falan bahsetik, güldük, eğlendik. Sonra gittiler.



Hafif üşüyünce, sokaktaki her 10 metrede bir konulmuş ufo'larda ısınmak için kalkıp dar sokaklarda tekrar yürümeye başladık. O sırada yanımızdan yürümeye başlayan 4 tane çocukla 'bu ülkedeki kızların tanımadıkları erkeklerle konuşmakta fazla çekingen oldukları, ama Türk erkeklerinin de fazla açgözlü oldukları, Serdar Özkan'ın yeni çıkan kitabı Kayıp Gül'ün nasıl bir kitap olduğu ve çocuklardan birinin Julia Roberts'ın bir filminde bana benzettiği kız hakkında konuştuk. Çocuklar daha sonra söz verdikleri gibi yolun sonunda bize iyi geceler diyerek ayrıldılar.



Birkaç dakika sonra hızlı hızlı yürürken bize doğru gelen bir arkadaşı gördük. Yanımızdan geçerken son anda o da bizi gördü ama sadece birbirmize el salladık, gülümsedik ve durup konuşmaya bile yeltenmedik. Bu çocuk, yazın evine gidip 4-5 gün yazlık evinde tatil yapmış olduğumuz bir çocuktu. Ve biz o anda Eda ile çok da vefasız olduğumuzu fark ettik..



Tekilanın etkisiyle her şey daha eğlenceli mi geliyordu yoksa sokağın başında masasında oturup arkadaşlarıyla içen bir çocuğun sandalyesiyle beraber arkaya düşmesi gerçekten çok mu komikti ayırt edemedik. Ama tüm sokağın çocuğa dönüp gülmesi, hatta kafenin üstündeki apartmanın ikinci katından bir adamın çıkıp gülerek düşen çocuğun fotoğrafını çekmesi olayın komikliğini kanıtlıyordu. Ya da tüm sokak gece 3 itibariyle sarhoştu.



Sokakta yürürken bağırarak şarkı söyleyenler, düşenler kalkanlar, fotoğraf çekenler, kavga çıkarmış gibi yapıp insanlar bunu yediğinde gülme krizine girenler... Sanki sokaktan her geçeni tanıyorduk, çünkü her geçenle bir iki laflıyorduk. =)



Bir ara Faces'e girip biraz dans ettik, ısındık ve garsona daha önce içki aldığımıza dair yalan söyleyip yanımızda dans etmeye çalışan 3 erkeği hiç takmadan eğlendik. Ama nedense bir bar ya da gece klübündense sokakta oturup insanlarla muhabbet etmek ve sarhoşluğumuzu paylaşmak daha ilginç geldi.



Bu günün benim için önemli bir özelliği vardı. O yüzden bütün bunları uzun uzun anlattım. O gün, tanıdık tanımadık demeden herkesle muhabbet eden, fazlasıyla sosyal ve rahat, belki içkinin de etkisiyle olması gerekenden daha eğlenceli, sakız satan çocuklarla ciddi muhabbetlere giren, dilenci amcaya içmesi için bira ya da sigara veren bir insan topluluğuyla karşılaştım Asmalımescit'te.



Bu yeni bir şey mi? Hayır. Ama sanırım ben İstanbul'un renkliliğinin, her çeşit insanının, eğlence tarzının dünyadaki her yerden farklılığının güzelliğini ve insanı kendine bağlayışını yeni fark ettim. Uzun zamandır buralarda yaşamak istemediğimi, buralardan gitmek istediğimi kendime söyleyip duruyordum. İnsanlardan, trafikten, karmaşadan, düzensizlikten şikayet edip duruyordum. Ama o gece anladım ki ben buraya aidim ve burayı seviyorum.



İstanbul'u seviyorum ve sanırım İstanbul'dan başka bir yerde yaşayamam.

Müzik Reçetesi

Şimdi size huzurlu, sakin ve mutlu bir günün sırrını veriyorum. Aşağıda listelediğim şarkılardan 10 tanesini seçip, her gün güne başlamadan dinlerseniz gününüz kesinlikle mükemmel geçiyor. Ben bu şarkıların hepsini mutlaka her gün dinliyorum=)

Bu listede çok komik, saçma, hatta iğrenç şarkılar da bulabilirsiniz. (Çoğu tüm zamanların en iyi şarkılarından gerçi) Ama bu zayıflamak için verilen diyet listesi gibi bir şey. Ancak hepsinden belli oranlarda alırsanız etkili oluyor!


1-Mr Tambourine Man - Bob Dylan
2-Blowing in the Wind - Bob Dylan
3-Like A Rolling Stone - Bob Dylan
4-Teenager in Love - RHCP
5-Snow - RHCP
6-Grace Kelly - MIKA
7-Hotel California - Eagles
8-Take it Easy - Eagles
9-The Anthem - Good Charlotte
10-Ocean Avenue - Yellow Card
11-Rockstar - Nickelback
12-Time of Your Life - Green Day
13- I will survive - Hermes House Band
14-Those Were the Days - Mary Hopkin
15-Sway - Michael Buble
16- Let's Never Stop Falling in Love - Pink Martini
17-Say A Little Prayer For You - Aretha Franklin
18- Surfing USA - Beach Boys
19-No Woman No Cry - Bob Marley
20-Mambo Italiano - Dean Martin
21-Can't Take My Eyes Off You - Muse
22-Sweet Home Alabama - Lynyrd Skynyrd
23-La Isla Bonita - Madonna
24-Hit The Road Jack - Ray Charles
25-La Noyee - Yann Tiersen
26-Amado Mio - Pink Martini
27-Monochrome - Yann Tiersen
28-Sympathy For The Devil - The Rolling Stones
29-Imagine - John Lennon
30-Johnny B Good - Chuck Berry
31-Underneath Your Clothes - Shakira
32-Amsterdam - Cold Play
33-American Boy - Estelle
34-Keep on Rising - Ian Carey
35-By The Rivers of Babylon - Sublime
36-La Bamba - Los Lobos
37-La Celosa - Carlos Vives
38-Amor Narcotico - Chichi Peralta
39- Que Bonita es esta Vida - Jorge Celedon
40-Leaving on A Jet Plane - Janis Joplin
41-Stripper - Soho Dolls
42-Sunday Morning - Maroon 5
43-Lover, You Should Have Come Over - Jeff Buckley
44-Chasing Cars - Snow Patrol
45-Bailamos - Enrique Iglesias
46-Silent Sea - KT Tunstall
47-Lady d'Arbanville - Cat Stevens
48-Boys Don't Cry - The Cure
49-Hatıralar - Mirkelam
50-Man of The Hour - Pearl Jam
51-Boat on The River - Smokie
52-With My Own Two Hands - Jack Johnson
53-Sunday Bloody Sunday - U2
54-The Way You Look Tonight - Frank Sinatra
55-New York New York - Frank Sinatra
56-Kids - Robbie Williams
57-Big Yellow Taxi - Counting Crows
58-Hey There Delilah - Plain White T's
59-I Love Rock and Roll - Joan Jett
60-I Wish You Were Here - Incubus
61-Stand By Me - John Lennon
62-Crazy - Richard Cheese
63-Imagine - Richard Cheese
64-Hey Jude - The Beatles
65-Yellow Submarine - The Beatles
66-Twist and Shout - The Beatles
67-Back in the USSR - The Beatles
68-All You Need is Love - The Beatles
69-Girl - The Beatles
70-I Saw Her Standing There - The Beatles
71-Norwegian Wood - The Beatles
72-I Wanna Hold Your Hand - The Beatles
73-Iris - The Goo Goo Dolls
74-Bang Bang - Nancy Sinatra

20.11.09

Kimsenin kimseye bağırmadığı bir dünyada yaşamak istiyorum. Alt komşu, gecenin bir yarısı kedilerine yaramazlık yaptıkları için bağırmasın. Ben, kapının önünde ayna karşısında kıyafetlerime bakarken üst komşuya gelen misafir, kapının önünde küçük kızına bütün apartmanda sesi yankılanarak bağırmasın.

Trafikte insanlar birbirlerine bağırmasınlar. Gece evine içkili gelen adam, kapıyı çaldığında karısı kapıyı bir iki dakika geç açtı diye ona bağırmasın.

Siyasetçiler zirvelerde, uluslararası toplantılarda birbirlerine bağırmasınlar. Sevgililer telefonda dünyanın en saçma şeyi üzerine kavga ederlerken birbirlerine bağırıp, birbirlerini ağlatmasınlar. Ergenlik çağındaki gençler anne babalarına bağırmasınlar.

Hiç kimsenin birbirine bağırmadığı bir dünyada yaşamak istiyorum. Herkes sorunlarını sadece birbiriyle konuşarak çözse, sinirinden deliye dönenler gidip bir kum torbasına birkaç yumruk atsalar ama sevdiklerinin ya da onlara değer verenlerin kalplerini yumruklamasalar. Acaba tüm dünyada her şey biraz daha farklı olur muydu?

Belki de olmazdı. O zaman ben de bu yazıyı yazmak yerine hiçbir kavgayı, hiçbir bağırışı duymamak için sağır olmayı dilerdim.

13 Kasım 2009 Cuma

İstanbul Geceleri

Bir şarkı vardı şimdi hepsini hatırlayamadım ama İstanbul geceleriyle ilgiliydi. Böyle acıların dertlerin olduğunda İstanbul geceleri sana herşeyi unutturuyordu. İlk dinlediğimde şarkıyla dalga geçip, Türk müziğinin her geçen gün kalitesinden birşeyler daha kaybetmesi hakkında arkadaşlarla tartışmıştım.




Ama gerçekten öyle oluyormuş. Hayatımın en büyük acısını, en kötü gününü yaşarken, arkadaşlarımla beraber bir 'İstanbul gecesi' bana herşeyi unutturmaya yetti. Hayatımda da yeni bir dönemi başlattı. İstanbul'u seviyorum.










12 Kasım 2009 Perşembe

Bir Yağmur Damlası

Ne güzel zamanlardır güneşin yüzümüzü, kollarımızı dikenler batarcasına yaktığı, sahildeki her kafede eğlenceli, hareketli şarkıların çaldığı, kızların yanık tenlerini rengarenk incecik elbiselerle sardığı o günler. Şeker kokulu hafif meltemler eser, yanık tenlerimizi ferahlatır. İnsanlar evlerinden dışarı atarlar kendilerini, yirmi dört saat sokakta yaşamaya başlarlar.

Ancak her güzel şey gibi yazın da sonu gelir. Hepimiz üzülürüz. Havaların soğuyacağını, fırtınalı, rüzgarlı günlerin geleceğini düşünür şikayet eder dururuz. Ekim-Kasım aylarında yavaş yavaş yazın gezentiliğini bir kenara bırakır, evlerimize çekiliriz. Çünkü artık dışarı çıktığımızda ellerimiz, burnumuz üşümeye başlamıştır. Her geçen gün eve daha da kaparız kendimizi. Hatta benim gibi ruh hali havanın değişmesi ile değişen insanlar yavaş yavaş depresyon belirtileri göstermeye başlarlar.

Şimdi yine aylardan kasım. Bugün neredeyse bütün gün, evin en küçük odasındaki pencerenin kenarındaki koltukta oturdum. Gün boyunca yağmur durmadı. Jaluzileri açtım. Bir yandan yağan yağmuru izledim, bir yandan The Beatles şarkıları dinledim.

Normalde yağmuru hiç sevmem. Ama bugünkü yağmur o kadar güzeldi ki, saatlerce yağsın ben de elimde sıcacık kahvemle bütün gün onu izleyeyim istedim. Böyle şimşekli, gökgürültülü, rüzgarlı yağmurlardan değildi. Hava koyu gri ama çok sakindi. Camlara vuran yağmur damlaları o kadar huzur verici bir ses çıkarıyordu ki birden 'acaba ben kışı da seviyor muyum?' diye düşünmeye başladım.

Sonra aklıma daha önceki kışlar geldi. Fırtınanın camları kırmasından korktuğum, gemilerin alabora olacakmışçasına denizin üzerinde ayakta kalma mücadelesi verdiği, uçan şapkasının arkasından rüzgara küfür eden yaşlı amcanın söylene söylene evine gittiğini gördüğüm günler. Hepsi beni o kadar karamsar yapmıştı ki...

Sonra aklıma birkaç yıl önce ocak ayında yaptığım bir dağ tatili geldi. En yakın dostlarımla çıkmıştık o sene dağa. Sadece bir haftalığına. Orayı düşündüm. Şehirden bir saat uzaklıkta dünyanın en huzurlu yerlerinden biri.

Hani sessizliğin sesini dinlemekten bahsederler ya, oraya vardığımızda gerçekten de karın sessizliği kulaklarımı çınlatmıştı. Şehrin gürültüsünden bir anda sıyrılmak mükemmel bir duyguydu. Kışın da kendine özgü güzellikleri olduğunu düşünmeye başladım.

Dağda heryer o kadar huzurlu ve sakin olur ki, kendi konuşma sesinizden bile rahatsız olursunuz. Saatlerce otelin penceresinden çamları örten karı izlersiniz, gözleriniz her yeri beyaz görmeye başlayıncaya kadar. Dışarı çıkarken giydiğiniz eldivenleriniz, botlarınız, atkınız ve bereniz tüm vücudunuzu öylesine sarıp sarmalar ki kendinizi gereğinden fazla güvende hissedersiniz.

Bazı yerlerde dizinize, bazı yerlerde belinize kadar gelen karın içinde bata çıka yürürken çok uzaklardan müzik seslerini ve yaşlı kadınların genç kahkahalarını duyarsınız. Bütün sesler, birbirinden arınmış bir şekilde gelir kulağınıza. Hepsi ayrı ayrı... Kafanızı kaldırıp masmavi gökyüzüne doğru uzanan dağa baktığınızda kendinizi birden çok küçük hissedersiniz. O an yapılacak en iyi şey, olduğunuz yerde karın üzerine yatıp, en sevdiğiniz şarkıyı mırıldanmaktır.

Özgürlük, işte o kızağın üstüne oturup, dağın en dik yamacından kendinizi hiçbir şey düşünmeden, tüm hızınızla bıraktığınız andır. Buz gibi karlı rüzgar yüzünüzü dondurur, gözlerinizi açamazsınız ama bu rahatsız etmek yerine tüm endişelerinizi, stresinizi ve gerginliğinizi toplayıp dağın diğer tarafına uçurur.

Soğuk tüm iliklerinize işlemiştir. Küçük bir kafenin kapısını açıp içeri girdiğiniz anda, önce yüzünüze çarpan sıcak hava bir kaç saniye içinde tüm vücudunuzu kaplar. Tek tek her hücrenizin ısındığını hissedersiniz. Eldivenlerinizi çıkarıp, köşede yanan ateşte ellerinizi ısıtmaya başlarsınız. Tüm vucüdunuzun ısınıp, hala sadece burnunuzun buz gibi olduğunu fark ettiğinizde gülümsemekten fazla bir şey yapamazsınız.

Akşam üstü yemekten sonra şömine başında dostlarla içilen sıcak şarap tüm günün yorgunluğunu bir çırpıda alır. Hele şaraba güzel bir sohbet eşlik ediyorsa, yüzyıllardır yapılamayan mutluluğun tanımını yapıverirsiniz oracıkta. Yanaklarınız yanan ateş ve biraz da şarabın etkisiyle pembeleşir. Çatlamış ellerinize bakar gülersiniz. Gözleriniz ağır ağır kapanmak isterler. Şöminenin başında kıvrılıp uyuyan kedileri o an en iyi siz anladığınızı düşünürsünüz.

Bir yandan gece ilerledikçe karınlar acıkır ve etrafta birkaç üşengeç olmayan insan varsa onların da teşvikiyle tekrar kar botları, tulumlar, montlar, bere ve eldivenler giyilir gecenin bir vakti karın hiç basılmadığı bir yerde sucuk ekmek yapmaya gidilir. Sadece karnı değil, ruhu da doyurur o sucuk ekmek partileri. Hep beraber kış şarkıları söylenir, ateş yakılır, kartopu oynanır. Ertesi gün büyük bir ihtimalle hasta olunacağı bilinse de kimse karın üzerinde yattığı yerden kalkmak istemez. Benim gibi bazı kızlar da, diğerlerini karda melek yapmaya zorlarlar!

Sonra bir an, benim şu anda yaptığım gibi kış mevsiminin de kendi içinde ayrı bir büyüsü olduğunu fark edersiniz. Aslında sadece kış mevsiminin pozitif yanlarını değil, hayatın pozitif yanlarını görürsünüz. En nefret ettiğimiz ve en fazla kaçtığımız şeylerde bile, onlara direnmez ve güzel yanlarını görmeye çalışırsak yüzümüzde küçük bir gülümseme bırakabilecek binlerce şey olduğunu görürüz.

Ben bunu bugün anlamadım. Sadece uzun süre önce, böyle olduğunu unutmuştum. Bugünkü yağmur bana bunu tekrar hatırlattı.